15 Ocak 2016 Cuma

Maç Yazısı | Fenerbahçe - Lokomotiv Kuban

TÜM TERSLİKLERE RAĞMEN

THY Euroleague'de Top 16'nın üçüncü haftasında Fenerbahçe, sahasında, yenilgisiz Lokomotiv Kuban'ı ağırladı. Fenerbahçe'nin hedeflediği grup liderliği için en ciddi rakip olarak gözüken Kuban'ı mağlup etmek büyük önem taşıyordu.

Maça girmeden önce maçın hakemleriyle ilgili bir şeyler yazmak istiyorum. İspanyol Juan Carlos Garcia Gonzalez, Yunan Spiros Gkontas ve Hırvat Tomislav Hordov, uzun zamandır Euroleague'de gördüğüm en kötü yönetimi sergilediler. Birçoğu Fenerbahçe aleyhine çalınan kolay faul düdükleri, steps olmayan pozisyonda hatalı yürüme çalıp, çok net stepsleri atlamaları, faul yapılan oyuncuyu "aldatmaya yönelik hareket yapma teknik faul çalarım" diye uyarmaları, deplasman takımını ezdirmeme kafasına girip düdüklerdeki standardı kaybetmeleri... Her şeyiyle rezalet bir maç yönettiler ve maçın önemli aktörlerinden biri oldular. Buna rağmen onlara odaklanmayı yanlış bulduğum için bu kadarla yetineceğim. 

İki takımın da bu maçı herhangi bir Euroleague karşılaşması gibi görmeyip, rakiplerine özel önlemler aldıklarına şahit olduk karşılaşmanın başında. Lokomotiv Kuban, Fenerbahçe'yi hücum düzeninden uzaklaştırabilmek için -çabuk ayaklı uzunlarının da avantajıyla- her perdelemede adam değiştirerek rakibin kafasını karıştırmayı amaçlıyordu. Bartzokas'ın bu stratejisi gerçekten de işe yaradı. Fenerbahçe, ters eşleşmeleri kullanmaya o kadar odaklandı ki hücumdaki akıcılığı kaybetti. Çember altında Vesely ve Udoh'la sayılar bulmasına rağmen top trafiği ve topsuz hareketten vazgeçti ev sahibi takım. Fenerbahçe ise bütün planını Malcolm Delaney'i oyuna sokmamak üzerine kurmuştu. Topsuz oyunda Delaney'e top aldırmama savunması yapan Fenerbahçe, topla buluştuğunda ise baskı yapıp, kullandığı perdelemelerden sonra da ikili sıkıştırma uygulayarak topun ABD'li oyuncunun elinden çıkmasını istedi. Zeljko Obradovic'in stratejisi de işe yaradı ve Delaney'nin etkinliği büyük ölçüde sınırlandı. Yalnız Victor Claver ve hiç hesapta olmayan Sergey Bykov'un etkili oyunu, maçın başında Kuban'ın hücumda sorun yaşamadan devam etmesini sağladı. Kuban üstünlüğüyle başlayan ilk çeyreğin ortalarına doğru, taraftarın da devreye girmesinin etkisiyle, dengeyi kuran Fenerbahçe, skorda üstünlüğü de ele geçirdi. Zubkov'un son saniyede kaçan şutu tiplemesiyle ilk çeyrek 20-18 sarı lacivertlilerin üstünlüğüyle geçildi.

İkinci çeyrekte denge Kuban lehine bozulacaktı. Rotasyonların başlayıp Kostas Sloukas, Ricky Hickman ve Pero Antic'in aynı anda sahada olduğu dönem, bizim için çok iyi geçmedi. Sakatlığı sebebiyle Kızılyıldız maçını kaçıran Sloukas, bu maçta da inanılmaz bir konsantrasyon eksikliğiyle sahaya çıkmış gibiydi. Yaptığı top kayıpları Kuban'ın ritim bulmasına neden oldu. Bu dönemde hücum hiçbir şekilde işlemezken savunmadaki sertlik de kayboldu. Bu sebeple Bobby Dixon ve Bogdan Bogdanovic fazla dinlenemeden oyuna dönmek zorunda kaldı. İlk yarının sonuna doğru Kuban, Draper, Claver, Singleton ve Broekhoff'dan gelen 4 üçlükle farkı çift hanelere çıkardı. Bu bölümde Malcolm Delaney kenardaydı ve Fenerbahçe savunması Delaney'e o kadar konsantreydi ki o kenardayken ne yapacaklarını şaşırmış gibilerdi. 8/16 üçlük atarak ilk yarıyı kapatan Kuban, soyunma odasına 45-37 önde gitti. Bu çeyrekte Fenerbahçe potasında tam 27 sayı gördü.

İlk yarıda Georgios Bartzokas'ın planı tıkır tıkır işlemişti. Fenerbahçe hücumunu başarılı kılan şeyin top paylaşımı ve dolaşımı olduğunu iyi tespit eden Yunan koç, adam değişmeli savunması sayesinde Fenerbahçe'yi alışık olduğu düzenin dışına çıkarmayı başarmıştı. İlk yarı boyunca boyalı alandaki üstünlüğü kullanmaya odaklanan Fenerbahçe'de iç dış dengesi bozulmuş, kısa oyuncular maça girememişti. Kafada sürekli avantajlı eşleşmeyi kullanmak olunca topu hareket ettirmeyi ve diğer oyuncuların topsuz hareketini bir kenara bırakan sarı lacivertliler, sürekli dengesiz atışlara kalıp rakibin ekmeğine yağ sürmüştü. Kuban tarafında da Claver'in muhteşem hücum performansı, Malcolm Delaney'nin etkisiz oyununa rağmen skor üretiminin sekteye uğramamasını sağladı.

İkinci yarıda bir şeyleri değiştirmesi gerektiği gün gibi ortada olan Koç Obradovic, üçüncü çeyreğe Jan Vesely ve 3 faullü Luigi Datome yerine ilk yarının en kötüsü Kostas Sloukas ve Pero Antic'le başladı. Dixon, Sloukas ve Bogdanovic'le topa baskıyı arttırmaya çalışan Fenerbahçe'de, Delaney'e karşı alınan önlemler sürüyordu. Fenerbahçe savunması sertleşmesine rağmen hakemlerin tutumunun da yardımıyla her sıkıştığında faul çizgisine gelen Kuban, farkın azalmasını önlüyor ama açamıyordu.Maç, 8-9 sayılık Kuban üstünlüğüne kitlenmiş gibiydi. Üçüncü periyot skoru da 15-14 Kuban lehineydi ve son çeyreğe 60-51 girildi. Zeljko Obradovic, Jan Vesely ve Luigi Datome'yi neredeyse tüm üçüncü çeyrek boyunca kenarda tuttu ve onları maç sonuna sakladı. Çünkü kafasında değişik bir plan vardı.

Fenerbahçe son çeyreğe Kostas Sloukas, Bogdan Bogdanovic, Luigi Datome, Nikola Kalinic, Jan Vesely beşiyle başladı. Bu beşte yer alan oyuncuların ortak özellikleri, bire bir dış oyuncu savunabilmeleri. Fenerbahçe son çeyrekte savunma tarafında her perdede adam değiştirmeye, ters eşleşmeyi yakalayan uzuna top indirildiğinde de zayıf taraftan yardım getirmeye başladı. Tıpkı geçen sezon Bjelica ve Vesely aynı anda sahadayken yaptıkları gibi... Bu savunma, Lokomotiv Kuban'ın kafasını karıştırmak için yeterliydi, ev sahibi ekip üst üste hücumlarda rakibini eli boş göndermeye, top kayıplarına zorlamaya başladı. Bu savunma stratejisinin geçen sezondan tek farkı, Vesely üç sayı civarında kısa savunurken, arkada ribaundları armut toplar gibi toplayan bir Nemanja Bjelica olmamasıydı. Ribaund almakta zorlansa bile bu beş, oyunun kontrolünü almayı başardı. Datome ve Vesely’nin uzunca bir süre kenarda beklemesi son çeyrekte anlam kazanmıştı. Yukarıda bahsettiğim savunmayı yapabilmek için bu iki oyuncunun, özellikle de Vesely’nin, mutlaka sahada olması gerekiyordu. Tüm dördüncü periyot sahada kalacaklarını düşünerek, onlara ekstra bir dinlenme şansı yaratmak istedi Obradovic, planı da kusursuz işledi.

Hücum tarafında da bazı değişiklikler vardı. Bogdan Bogdanovic, koçundan aldığı güvenle ısrarla sorumluluk almaya başladı. İlk yarıda ters eşleşme yakalayan kısalar topu durdurup ritimsiz hücum etmişlerdi. Bogdanovic, ikinci yarı boyunca karşısında uzun oyuncu gördüğü her pozisyonda erken atak etti ve rakip savunma dengesini bulamadan çembere yöneldi. Attığı turnikeler, üçlükler ve serbest atış çizgisinden bulduğu sayılarla büyüdükçe büyüyen Bogdan, Fenerbahçe'yi maça ortak etti. Son çeyrekte en büyük yardımcıları da Jan Vesely ile çok kritik hücumlarda hayati basketler atan Luigi Datome idi.

Ne var ki bu gece, biraz tersliklerin gecesiydi.
İlk çeyrekte Ekpe Udoh'un iki faul alması,
Kenardan gelen oyuncuların maça girememesi,
Delaney devre dışı olmasına rağmen Claver başta diğer Kubanlıların inanılmaz yüzdeyle üçlük atması,
Datome'nin devre olmadan üç faule ulaşması,
Euroleague'in iyi serbest atış atan takımlarından biri olmamıza rağmen çizgide zorlanmamız
Hakemlerin saçma sapan yönetimi, çaldıkları kolay fauller,
Bir sürü şey üst üste geldi. Belki de bir iç saha maçında olmasını istemeyeceğiniz şeylerin %80'i başına geldi bu karşılaşmada Fenerbahçe'nin. Ancak en yıkıcısı, 6 sayı öne geçtiğimiz sırada maçın yıldızı Bogdan Bogdanovic'in Broekhoff'un üç sayılık atışı esnasında faul yaparak oyun dışı kalmasıydı. Hem de o şut isabetli de oldu ve 4 sayılık oyuna dönüştü. Fenerbahçe, kalan bir dakika otuz yedi saniyeyi, saha içi lideri Bogdanovic olmadan oynamak zorundaydı. Ve fark sadece ikiydi. Hemen bu dört sayılık oyunun ardından Fenerbahçe çember altında topu Vesely'e indirirken faul yapıldı. Jan Vesely ilk atışını sayıya çevirdi, ikincisi kaçtı. Ancak ribaund için koşarak gelen sahanın en kısa ama yüreği en büyük oyuncusu Bobby Dixon, topu Datome'ye kazandırmayı başardı ve bu sekanstan 3 sayıyla çıkıp skoru 79-74'e getirdik. Sonraki hücumda Kuban eli boş dönse maç bitecekti. Ama dedim ya, tersliklerin gecesiydi işte. Maç boyu harika savunulan ve çok yıpranan Malcolm Delaney, mucizevi bir üçlük göndererek farkı bir kez daha iki sayıya indirdi. Devamındaki hücumda yine Vesely'nin sırtı dönük hücumuna başvurdu Fenerbahçe, Ancak ilk yarıdaki statik hücumdan eser yoktu, top içeri girdi, dışarı çıktı, Sloukas tekrar penetre etti ve boş pozisyondaki Vesely'e turnikeyi attırdı. Devamında Delaney'nin serbest atışları farkı ikiye indirse de, kalan 25 saniyede taktik faul yapmak durumunda kaldı Kuban. Çizgiye gelen Bobby Dixon hata yapmayınca Fenerbahçe çok zor ve önemli bir maçtan galibiyetle ayrıldı. 

Fenerbahçe'de dört oyuncu çift haneli sayılara ulaşırken, Bogdan Bogdanovic 18 sayıyla takımın en skorer ismi oldu. Jan Vesely 17, Luigi Datome 16, Bobby Dixon da 13 sayı üretti. Konuk ekip Lokomotiv Kuban'da ise Victor Claver attığı 21 sayıyla maçın en skorer oyuncusu oldu. Geçtiğimiz iki haftanın yıldızı Malcolm Delaney 9 saha içi denemesinde sadece 2 isabet bulabilirken 12 sayıda kaldı. Draper ve Singleton, Kuban adına 10'ar sayı üretti.

Euroleague'in dördüncü haftasında Fenerbahçe, Darüşşafaka Doğuş deplasmanına giderken, Lokomotiv Kuban da evinde -bu haftanın kaybedenlerinden- Panathinaikos'u ağırlayacak.


18 Ağustos 2015 Salı

Şampiyonluk Hikayesi: 03-04 Pistons

2003-2004 sezonunda, NBA tarihinin en unutulmaz sürprizlerinden birine şahit olmuştuk. Takım oyununun, sert savunmanın, fedakarlık ve paylaşımın güzel örneklerini sergileyen özel bir Detroit Pistons takımı izlemiştik. Bu yazıda, o takımın zafere giden iniş çıkışlarla dolu yolunun bir özetini bulacaksınız.

Öncelikle bu takımın nasıl bir araya geldiğiyle başlayalım. 2001-2002 sezonunda Pistons, Jerry Stackhouse, Cliff Robinson ve Ben Wallace'ın etrafına yapılmış bir kadroyla normal sezonda 50 galibiyete ulaştı ve doğu konferansını ikinci sırada bitirdi. Konferans yarı finalinde Boston Celtics'e 4-1 elendikten sonra, yeni bir yapılanmaya gitme kararı alındı. Chauncey Billups, Richard Hamilton, TayShaun Prince, Mehmet Okur gibi takviyelerle daha yüksek bir başarı beklentisine girilmişti. 2002-2003 sezonunu doğu birincisi olarak bitirmelerine rağmen, konferans finalinde maç dahi kazanamadan elenmiş ve bir kez daha hayal kırıklığına uğramışlardı.

2003-2004 yılındaki Pistons'ın çekirdeği de işte o yıllarda oluşturulmuştu. Genel menajer Joe Dumars, Ben Wallace'ın etrafına bu genç oyuncuları ekleyerek büyük hedefe gidebileceğini düşünüyordu. Ancak kafasında bir koç değişikliği vardı. Başarılı olmasına rağmen Rick Carlisle ile yollar ayrıldı ve takımın başına tecrübeli koç Larry Brown getirildi. Brown, daha önce Allen Iverson liderliğindeki Philadelphia 76ers ile NBA Finali yaşamış, ancak Los Angeles Lakers'a -ilk maçı deplasmanda kazandıktan sonra- 4-1 ile boyun eğmişti. Şimdi onu yeni bir sınav bekliyordu. Hedefi, bu kez "yıldızı olmayan" bir takımla final görmekti.

Oyunculardan da biraz bahsedelim. Detroit Pistons'ın ana çekirdeği, Chauncey Billups, Richard Hamilton, TayShaun Prince ve Ben Wallace'dan oluşuyordu. Billups, takımın saha içi lideriydi. Yetenekli bir point guard olmasına rağmen kariyerinin ilk döneminde çok takım dolaşmış, bir türlü dikiş tutturamamıştı. Önemli hedefleri olan bir takımda kilit bir rol üstlenmiş ve kendisine sonunda bir yuva bulmuş gibiydi.

Richard Hamilton, Connecticut'ta 3 başarılı kolej yılı geçirdikten sonra 1999 NBA Draftı'nda Washington Wizards tarafından 7. sırada seçilmişti. Çaylak sezonunda Mitch Richmond'ın yedekliğini yapan Hamilton, sonraki yıllarda skor atabileceğini göstermiş ancak -Michael Jordan'la takım arkadaşı olmasına rağmen- Wizards çok kötü bir takım olduğundan fazla dikkat çekmemişti. Jerry Stackhouse'u Washington'a gönderen 6 oyunculu bir takasın parçası olarak Detroit'e giden Hamilton, artık kazanan bir takımda kendisini gösterip, pozisyonunun en iyilerinden biri olduğunu kanıtlamak peşindeydi.

Genç TayShaun Prince, alışılmadık fiziğiyle dikkat çekiyordu. Uzun boyu, eğilmeden diz kapağına dokunabilecek kadar uzun kolları ve çabuk ayaklarıyla çok önemli bir savunmacıydı. Ancak sadece savunmacı değil, iyi bir oyuncu da olduğunu henüz gösterebilmiş değildi.

Ben Wallace ise bu takımın ruhani lideri, kalbiydi. Takımın etrafına kurulduğu oyuncuydu. Çok kısıtlı hücum yeteneklerine rağmen aşırı mücadeleci, müthiş savunmacı, ribaundçu ve yürekli bir pivottu. Yıllardır Pistons forması giyiyordu ve taraftarın en sevdiği oyuncu da oydu. Aslında bu ekibin başarı hikayesi de Ben Wallace'la başlıyordu. Joe Dumars, Pistons'ın tıpkı Ben Wallace gibi sert savunma yapan, mücadeleci, paylaşımcı, fedakar bir takım olmasını istiyordu. Dumars, onun hakkında şunları söyler: "Ben Wallace, buranın temelidir. Bu ev, o olmadan inşa edilemez."

Kenarda daha önce Yılın Altıncı Adamı Ödülü'nü kazanmış Corliss Williamson, Mehmet Okur gibi oyuncular vardı. Bu genç takıma soyunma odasında yardım edebilecek Lindsay Hunter, Elden Campbell, Darvin Ham gibi veteranlar da katılmıştı. Bu oyuncuların hiçbiri büyük yıldızlar değildi. Hiçbiri All Star olmamış, kendilerinden takım sürükleyicisi olması istenmemişti. Hepsinin kanıtlayacak bir şeyleri vardı.

Sezon Başlangıcı


Larry Brown, sezonun ilk antrenmanında yaptığı konuşmada binayı oluşturacak ilk taşı koyacaktı: "Bizim tek hedefimiz var, o da şampiyonluk kazanmak. Ve bu hedefe ulaşacaksak, buna bugün başlayacağız." Detroit Pistons, geçen sezonlarda başarısız sayılmazdı. Öte yandan yeni bir koç ve çok sayıda yeni oyuncuyla sezona girmek bir geçiş dönemini de zorunlu kılıyordu. O geçiş dönemi de sezon içinde yaşanmak zorundaydı.

Kafasındaki planı takımına benimsetmek için çok sıkı çalışan Larry Brown, sezonun ilk maçı öncesi taktik tahtasına, daha önce oyuncularına söylediği mottoyu da yazdı: "Sert oynayın. Akıllı oynayın. Birlikte oynayın. Dediklerimi yaparsanız, en çok siz keyif alacaksınız."


Büyük umutlarla girilse de sezonun ilk iki ayı işler pek istenildiği gibi gitmedi. Detroit Pistons, bu dönemde oynadığı 29 maçın sadece 16'sını kazanabildi. Uyum, geçiş süreci bir tarafa, takımda eksik bir şeyler vardı. Larry Brown oyunculara, oyuncular da Brown'ın sistemine alışmaya başladıkça taşlar yerine oturmaya başladı. Topu, saha içindeki sorumlulukları ve spot ışığını paylaşmaya başladıkça takım kimyası da güçlendi. Zorlu geçen iki ayın ardından gelen 13 maçlık galibiyet serisi, hem takımın hem de lig genelinin Detroit'in şampiyonluk adaylarından biri olabileceği konusunda düşünmeye başlamasını sağladı. Bu 13 maçlık seri, Pistons tarihinin art arda en çok maç kazanma rekorunu da egale etmek anlamına geliyordu. Bu rekoru elinde tutan takım, 14 yıl önce şampiyonluğa ulaşan "Bad Boys" idi. Sert savunmayla özdeşleşen ve 13 maçlık rekoru egale eden bu takım, o günlerde takımın genel menajerliğini yapan Joe Dumars'ın da parçası olduğu '89 Pistons'ına benzetilmeye başlamıştı.

Soru İşaretleri Ve Rasheed Wallace Takası


Ancak şubat ayına gelindiğinde, işlerin yoluna girmeye başladığı Detroit'in üzerinde tekrar kara bulutlar belirdi. Galibiyetler, yerini mağlubiyetlere, hatta mağlubiyet serilerine bıraktı. Şubatta gelen altı maçlık mağlubiyet serisi, hala bir şeylerin eksik olduğunu kanıtlar nitelikteydi. O eksiği gidermek adına Joe Dumars, takasın son günü olan 19 Şubat 2004'te önemli bir hamle yaptı. Portland Trail Blazers'tan Atlanta'ya takas edilen ve Hawks formasıyla sadece 1 maça çıkan All Star oyuncu Rasheed Wallace, üç takımlı bir takasla Detroit Pistons'a katıldı. Dumars, çok az kullanılan bench oyuncuları Zeljko Rebreca, Bob, Sura, Lindsay Hunter ve iki draft hakkını kullanarak, takımın uzun skorer sorununu çözebilecek bir All Star almıştı. Celtics'ten point guard Mike James de Detroit'in yolunu tutarken, sonraki günlerde Celtics tarafından serbest bırakılacak Lindsay Hunter da tekrar Pistons'a katılacaktı. 

Rasheed Wallace'ın takıma katılması, sadece skor yapabilen bir 4 numara almak demek değildi. Aynı zamanda takımın savunma kimliğine uyum sağlayabilecek, Ben Wallace ile birbirini tamamlayan bir 4 numara almışlardı. Disiplinsizliğiyle sıkça eleştirilere maruz kalan 'Sheed, Detroit soyunma odasındaki ciddiyet ve iş ahlakına ayak uydurmaya hevesliydi. Bu takım, sert, iş ahlakı yüksek, iyi profesyonellerden oluşuyordu ancak birçoğu -Prince kadar içine kapanık olmasa da- sessiz sayılabilecek karakterlerdi. Bu "askerlerin" arasına Rasheed gibi deli dolu bir adamı koymak faydalı bile olmuştu. Hakemler, rakip oyuncular, hatta medya karşısında ağzına geleni söyleyebilen -mecazi anlamda değil, harbiden söylerdi- bir adam, tüm takımın sesi haline gelebilirdi.

Rasheed Wallace, 2 hafta gibi kısa bir sürenin ardından uyum sorununu aşmış gözüküyordu. Savunma kimliğinden ödün vermeden ekstra bir skor opsiyonuna sahip olmak işlerini hayli kolaylaştırmıştı. 'Sheed'in savunmadaki performansı birçoklarını da şaşırttı. Hatta takım arkadaşı Lindsay Hunter, sezon bittikten sonra onun hakkında "Biz bile buraya gelene kadar Rasheed'in bu denli iyi bir savunmacı olduğunu bilmiyorduk." diyerek takım içinde de aynı şaşkınlığın yaşandığını ifade etmişti. Bu kez bütün eksikler tamamlanmıştı, hedefe odaklanma zamanıydı.

Detroit Pistons kısa sürede üst seviye takımlarla rekabet edebilecek düzeye gelmişti. Rasheed'in gelişinden sonra yakalanan 8 maçlık galibiyet serisi güzel günlerin habercisi gibiydi. Pistons, bu 8 maçın içinde üst üste 5 maçta rakiplerini 70 sayının altında tutarak hala bırakın kırılmayı, yanına dahi yaklaşılamayan bir rekora imza atmıştı. Normal sezonda oynadıkları son 24 maçın 20'sini kazanarak bir kez daha 50 galibiyetin üzerine çıktılar ve doğu konferansını Indiana Pacers ve New Jersey Nets'in arkasında 3. sırada tamamladılar. (Aslında Nets'ten daha fazla galibiyet almışlardı ancak Nets kendi grubunu lider bitirdiği, Detroit ise Pacers'ın arkasında kaldığı için sıralamada Nets yukarıda yer almıştı)

Playoff İlk Tur: Milwaukee Bucks Serisi

Detroit Pistons'ın ilk turdaki rakibi, Michael Redd, Desmond Mason, Joe Smith, Toni Kukoc gibi oyuncuları olan Milwaukee Bucks'tı. Pistons serinin favorisiydi. 14 top çaldığı ilk maçı çok rahat kazanan Detroit, beklentileri karşıladı. İlk yumruğu çok sert vurdular ve Milwaukee'nin yerden kalkmasına hiç izin vermeyerek 26 sayılık bir galibiyet aldılar. Bu, hem Bucks'a hem de gelecekte kendilerini bekleyen rakiplerine önemli bir mesajdı.

Serinin ikinci maçının hikayesi de mesajı da bambaşkaydı. Michael Redd'in müthiş oyunu bir kenara, Pistons kendi hatalarıyla rakibinin işini kolaylaştırmıştı. Redd'in 4/7 üçlük ile 26, Toni Kukoc'un 7/8 isabetle attığı 15 sayı, Milwaukee'ye ikinci maçta galibiyeti getirmişti. Kaybedilen ikinci maç, playofflarda konsantrasyon eksikliğine ve rakip küçümsemeye asla yer olmadığını göstermişti. Bu kez mesajı alması gereken Detroit'ti. 

Şanslılardı ki bu mesaj, playoffların hemen başında verilmişti. Mesajı alan Pistons, Milwaukee'ye tam konsantrasyonla gitti. Önce üçüncü maçı kazanarak saha avantajını geri aldılar, daha sonra da yine deplasmandaki dördüncü maçı kazanarak masaya yumruklarını vurup, işi bitirmek için evlerine döndüler. Kriz, büyümeden atlatılmıştı. Beşinci maçta Bucks'ın oyuna hiç dahil olmasına izin vermeden seriyi bitirdiler. Ancak aldıkları ders, akıllarından hiç çıkmayacaktı: "Bizi zorladılar. Ve biz de çok iyi cevap verdik. O seride takım olarak büyüdük, bir adım ileri attık." - Lindsay Hunter

Konferans Yarı Finali: İNTİKAM  


Bu seride yaşananlara geçmeden önce, o dönem doğu konferansından neler yaşandığını kısaca bir özet geçelim. New Jersey Nets, Jason Kidd önderliğinde mütevazi kadrosuna rağmen fastbreak merkezli bir oyunla doğunun tozunu atmaktaydı. Üst üste iki kez doğu şampiyonu olan Nets, önce üst üste üçüncü şampiyonluğunu kazanan Lakers'a süpürülmüş, bir sonraki yıl da Duncan'lı San Antonio Spurs'e boyun eğmiş ve iki final tecrübesinden de hayal kırıklığıyla ayrılmıştı. Ancak asıl önemli kısmı, 2003 Doğu Konferansı Finali'nde Detroit Pistons'ı süpürmüşlerdi.

2004 playofflarında Pistons, bir önceki sezonun intikamını almak için konferans yarı finalinde bir fırsat yakalamıştı. Başta Ben Wallace olmak üzere birçok oyuncu uzun süredir bu eşleşmenin hayalini kuruyordu. Seriyi kendi sahasında açan Pistons, kararlılığını ilk maçtan gösterecekti. New Jersey Nets'i ilk maçta sadece 56 sayıda tutarak kimsenin beklemediği kadar farklı bir galibiyet aldılar. Bir önceki turda Bucks'ın kendilerine yaşattığı şeyi untmamışlardı. İkinci maçın ilk yarısında zorlansalar da kazanmayı bildiler ve saha avantajını korudular.İkinci yarının skoru "61-34" Pistons lehineydi. Yine domine etmeyi başarmışlardı.

Seri, New Jersey'e Detroit'in aldığı iki farklı galibiyetle taşınıyordu. Ama Nets'in boyun eğmeye niyeti yoktu. Sırtı duvara dayandığında paniklemek yerine daha güvenle oynayan bir Nets takımı vardı karşılarında. New Jersey'deki iki maç, Nets'in domine ettiği ve farklı kazandığı maçlardı. Pistons, deplasmanda Nets'e cevap verememiş ve bir kez daha baskıyı hissetmeye başlamıştı. Beşinci maça gidilirken, saha avantajının hala Pistons'ta olması taraftarına güven veriyordu. Palace Of Auburn Hills tıklım tıklım doluydu ve NBA tarihinin en destansı maçlarından birine ev sahipliği yapmak üzereydi.  

BEŞİNCİ MAÇ: BİTMEYEN HEYECAN

Bu serinin ilk dört maçı, ev sahibi takımların çift haneli farklarla galip gelmesiyle sonuçlanmıştı. Bu trend, beşinci maçta son bulacaktı. Son çeyreğe Detroit üstünlüğüyle girilir ancak maçın sonunda Nets yakaladığı seriyle 3 sayılık bir üstünlük sağlar. Son saniyelere girilirken, Pistons'a bir mucize gerekmektedir. Chauncey Billups, cebinden uzun yıllar unutulmayacak mucizevi bir üçlük çıkarır ve maçı uzatmaya taşır.



Drama devam eder. Birinci ve ikinci uzatmada da eşitlik bozulmaz. Detroit Pistons, 3. uzatma oynanırken ilk beşinden 3 oyuncuyu 6 faul nedeniyle kaybetmiştir. New Jersey Nets cephesinde ise Kenyon Martin aynı sebeple oyun dışı kalmıştır. Ancak Martin'in yokluğunda Nets, kenardan çok sürpriz bir katkı alır. Sezon boyu rotasyonun en dibinde yer alan Brian Scalabrine, attığı kritik üçlüklerle takımına çok ekstra bir katkı getirmişti. 3. uzatma periyodunun sonlarında fişi çeken üçlüğü de yine Scalabrine atacaktı. Detroit Pistons tarihinin en yıkıcı mağlubiyetlerinden biri o beşinci maçtı. Şimdi son iki yılın doğu şampiyonunu, bir önceki yıl kendilerini süpüren takımı, deplasmanda yenmek zorundaydılar. O mağlubiyetin yıkıcılığını Joe Dumars şöyle anlatıyor: "Hayatım boyunca bu kadar moralimi bozan sadece bir maç yaşadım. O da Isiah'nın 1987 playofflarında kenardan topu oyuna sokarken Bird'in topu çaldığı ve kaybettiğimiz karşılaşmaydı. O da bir beşinci maçtı. Bir sonraki gün teknik ekiple görüştüğümde, 'Takım için belirleyici an bu olabilir. Çünkü ya kaybedeceğiz ve şampiyonluk adayı olduğumuzu söylemeye devam edeceğiz ya da geri dönüp yolumuza devam edeceğiz' dedim."

Yukarıdaki sözlerden anlayacağınız gibi Joe Dumars, Nets'e elenmeleri halinde bu takımı dağıtmayı ve yeni bir yapı kurmayı kafasına koymuştu. Birbiriyle oynamaktan gerçekten zevk alan bu takımın bir arada kalmak için tek şansı kazanmaktı. Bu, hem bir motivasyon hem de baskı unsuruydu. Sanki daha fazla baskıya ihtiyaçları varmış gibi...

Tahmin edebileceğiniz gibi altıncı maça tedirgin giren Detroit Pistons, güvenle ve hızlı giren de New Jerrsey Nets'ti. Maça 13-2'lik bir seriyle başlayan Nets, Pistons'ı evine gönderecek ve sonsuza dek dağıtacak gibiydi. Ancak bu Pistons takımı çok karakterli bir takımdı. Savaşmadan ölmeye de niyetleri yoktu. Tüm sezon yaptıkları gibi sert savunmalarına sırtlarını dayadılar ve maçın içine girmeyi başardılar. Başa baş giden heyecan dolu maçın sonlarında sahneye Richard Hamilton çıkacaktı. Attığı kritik basketlerle takımına galibiyeti getiren Rip, seriyi de yedinci maça taşımıştı.

Tarihin en moral bozucu mağlubiyetinin ardından birçok takım inancını yitirip tatil planları yapmaya başlayabilirdi. Ama bu Pistons, özel bir gruptu. Ayağa kalkmayı başardıktan sonra evlerinde oynayacakları yedinci maçı kaybetmeye hiç niyetleri yoktu, öyle de oldu. Maçın başından sonuna kadar her pozisyonda mücadele konusunda rakibine üstünlük sağlayan, her pozisyonu daha fazla isteyen Detroit Pistons, New Jersey Nets'in doğudaki hanedanlığına son verdi. Hayal ettikleri kadar dominant bir intikam değildi, ama görev tamamlanmıştı. Elbette devamında işleri kolaylaşmayacaktı.

Doğu Finali: SAVAŞ


Doğu Konferansı Finali'nde rakip, Pistons'ın eski koçu Rick Carlisle'ın başında bulunduğu Indiana Pacers'tı. Pacers, o sezon tüm ligi birinci bitirmiş ve playofflar boyunca ev sahibi avantajını almıştı. Jamaal Tinsley, Reggie Miller, Ron Artest, Jermaine O'Neal, Jeff Foster'dan oluşan ilk beşi ve kenardan gelen Al Harrington, Austin Croshere, Anthony Johnson, Jonathan Bender gibi oyuncularıyla hem iyi savunması hem de hücumuyla dikkat çeken bir takımdı. 

Bu serideki sertlik seviyesini, izlememiş bir kişiye benimsetmek için hangi benzetmeyi kullanırdınız? Bu yazıyı yazarken en çok kafa patlattığım yer burasıydı. Bu seri, bir savaştı. Ama silahla, süngüyle, bıçakla yapılan değil, düşmanınızı ellerinizle, kafasını ezerek öldürmek zorunda olduğunuz bir savaş... "Sert doğu konferansı basketbolu" denen şey bir insan olsaydı, "OĞLUMM!!" diyerek bu seriye sarılır, gururla bağrına basardı. 

Serinin ilk maçı, adına yakışır şekilde kafa kafaya gidiyordu. Maçın bitimine 1 dakika 40 saniye kala 74-72 Pistons üstünlüğü vardı. Ama Pacers'ta da bu tip anlar için yaşayan bir yıldız mevcuttu. Bitime 31 saniye kala Reggie Miller'ın perdeden çıkıp attığı üçlük, skor avantajını ve galibiyeti ev sahibi takıma getirecekti. ( https://youtu.be/KYvtbn8eFiA?t=10m39s )

Sert geçen seriyi daha da sertleştiren, Rasheed Wallace'ın birinci maçın ardından verdiği demeçti. İlk maçı kazanmayı hak ettiklerini düşünen 'Sheed, "Bu söyleyeceklerimi ilk sayfaya, orta sayfaya, arka sayfaya, manşete, başlığa nereye koyarsanız koyun: 'İkinci maçı biz kazanacağız' "sözleriyle gündemi belirlemişti. Büyük ihtimalle bütün takım aynı hissi paylaşıyordu. Ancak hiçbirinin karakterinde bunu medyaya bu kadar rahat söylemek yoktu. Rasheed, bütün takımın sesi olmuştu.

Wallace'ın sözleri, yanan ateşe dökülen benzin etkisi yapmıştı. İkinci maçtan itibaren mücadele ve sertlik seviyesi efsanevi boyutlara ulaşacaktı. İkinci maçta toplam 26 blok yapılırken, bunların 19'u Pistons hanesindeydi. Maçın hikayesi, ilk maça oldukça benziyordu. Pistons'ın son çeyrekte sahip olduğu skor avantajı, Pacers'ın maçın sonlarına doğru bulduğu bir seriyle erimiş ve son 30 saniyeye 69-67 Pistons üstünlüğüyle girilmişti. Detroit hücumu duvara toslamış, Chauncey Billups kendi yarı sahasında topu aldığında yalnızca 4 saniyelik hücum süresi kalmıştı. Billups, karşısındaki Tinsley'i geçmeye çalıştı. Ancak çok dengesizdi ve topuna müdahale edilmesine engel olamadı. Top, Jeff Foster'ın kucağına gelmişti. Foster hemen topu point guard'ı Tinsley'e, o da en önde koşan Reggie Miller'a verdi. Maçın kaderi bir kez daha Miller'ın elindeydi ve skoru eşitlemek için bomboş bir turnike bırakması yeterliydi. İşte tam bu sırada yarı sahadan deparla gelen TayShaun Prince, NBA tarihinin en inanılmaz bloklarından birini yapmak üzereydi.



Bu blok, Detroit Pistons'ın nasıl bir takım olduğunu özetler adeta. 48 dakika boyunca savaşan, asla pes etmeyen ve fedakarlıktan kaçmayan bir takım... Prince'in, maçın 48'inci dakikasında, imkansız gibi görünen bir bloku yapmak için gösterdiği efor ve fedakarlık, bu takımın üzerine kurulduğu prensiplerin vücut bulmuş hali gibiydi. Pistons, Prince'inin yaptığı blokla ikinci maçı kazandı ve ev sahibi avantajını ele geçirdi.

Detroit'teki tüm oyuncuların kanıtlamaya çalıştığı bir şeyler vardı. Ancak Richard Hamilton için bu seri biraz daha önem arz ediyordu. Çünkü, -onun kadar iyi bir üç sayı atıcısı olmasa da- topsuz hareket konusundaki kabiliyeti ve perdelerden çıkıp attığı şutlarla Reggie Miller'a benzetiliyordu. Miller, kariyerinin sonuna gelmişti ve Hamilton ona karşı rüştünü ispatlamak istiyordu. Savunma festivali şeklinde geçen seride, takımı adına azıcık bile olsa skoru yukarı taşıyacak bir oyuncu, büyük fark yaratabilirdi. Rip Hamilton da bunu yapacaktı. Serinin üçüncü maçında ürettiği 20 sayının yanı sıra yaptığı 5 asist ve Reggie Miller üzerindeki etkili savunması, Pistons'a 2-1'lik üstünlüğü getirecekti. Hamilton dışında Ben Wallace da eşleştiği Jeff foster'ı denize dökmekteydi. Ayrıca Foster hücumda çok sınırlı bir tehdit olduğundan, Ben Wallace savunmada çok rahat yardıma gidebiliyordu. Rick Carlisle, bu durumu değiştirmek için sürpriz bir hamle yapacaktı.

Serinin dördüncü maçı başlarken, Pacers'ın ilk beşini görenler şaşkındı. Rick Carlisle, savunmadan ödün vermek pahasına Jeff Foster'ın yerine üç sayı şutörlüğüyle bilinen Austin Croshere'ı ilk beşe almış, Jermaine O'Neal'ı da pivot pozisyonuna kaydırmıştı. Ben Wallace, Jermaine O'Neal ile eşleştiği için büyük oranda onunla meşgul olacaktı. Rasheed Wallace da Austin Croshere'ı bırakıp gönül rahatlığıyla yardıma gidemeyecekti. Bu değişiklik, Detroit'in dengesini bozacaktı. Maç başladığında, Indiana Pacers hücumda hiç olmadığı kadar rahattı. Detroit Pistons gibi bir savunma takımına ilk çeyrekte tam 29 sayı atacak ve 12 sayılık bir fark yaratacaklardı. İlk çeyrekte oluşan bu fark, maç boyu devam etti. Rick Carlisle'ın planı işe yaramıştı. Pacers, bu seride oynadığı en iyi basketbolu sergilemiş hem de rakibini deplasmanda 68 sayıda tutarak kazanmıştı. Attıkları 83 sayı adeta pastanın üzerindeki krema gibiydi.

Larry Brown, Carlisle'dan böyle bir hamle beklemiyordu, hazırlıksız yakalanmıştı. Beşinci maç öncesi kendine göre karşı hamleler hazırlayacaktı. Bu da Pacers'ın savunmada zaafiyeti olan Reggie Miller ve Austin Croshere'ın üzerine atak etmekti. Bu kez planı işleyen ve maçı baştan sona farklı şekilde önde götüren Pistons olacaktı. Richard Hamilton'ın 33, Rasheed Wallace'ın 22 sayıyla yıldızlaştığı maçı Detroit 83-65 kazanarak, NBA Finali'ne adını yazdırmak için evine dönüyordu.

Altıncı maç öncesi Detroit cephesinde öz güven yüksekti. Palace Of auburn Hills'da çok yüksek bir atmosfer vardı. Ancak maça çok iyi giren Pacers, havayı bozmayı başaracaktı. Pistons hücumu duvara çarparken Indiana daha ilk çeyrekten çift haneli bir fark yakalamayı başarmıştı. Larry Brown, her molasında ısrarla savunmaya dikkat çekiyordu. "Eğer geri döneceksek, bunu savunmamızla yapacağız." Koçun telkinleri işe yaramış olacak ki Pistons, canını yakan Jermaine O'Neal ve Ron Artest'i durdurmaya başladı. Kemik seslerinin geldiği ikinci çeyrekte takımlar toplamda sadece 26 sayı üretebildi. Soyunma odasına 6 sayılık Indiana üstünlüğüyle gidiliyordu ancak Detroit maçın içine girmeyi başarmıştı. Üçüncü çeyrekte de aynı sertlik ve aynı denge devam ediyordu. Son çeyreğe Pacers 4 sayılık üstünlükle giriyordu. Artık her top için can alınıp can verilen zamanlara gelinmişti. Maç boyu yalnızca 2 saha içi isabeti bulabilen Reggie Miller'ın aksine, Richard Hamilton göreve hazırdı. Bir kez daha takımının çaresizce ihtiyaç duyduğu skoru üretmeye başlayan Hamilton, Ben ve Rasheed Wallace'ın da devreye girmesiyle Detroit'i öne taşımayı başardı. Son çeyrekteki etkili oyunuyla maçı 69-65 Pistons kazandı. Bu maçta farkı yaratan en önemli unsur, hücum ribaundlarıydı. Karşılaşma boyunca konuk Pacers rakip potaya 66 şut atarken, Detroit cephesinde bu sayı tam 82 idi. Gelecekte bu iki takımın aktörleri olduğu büyük kavgaya sebebiyet veren husumetin tohumları da bu seride atılmıştı. Seriyi altıncı maçta bitiren Detroit Pistons, tam 14 yıl sonra bir kez daha NBA Finalleri'ne gitmeye hak kazanmıştı. Şampiyonluğa sadece 4 galibiyet uzaklıktaydılar.



Batı Konferansı

O dönem, batı konferansını domine eden takımlar Lakers ve Spurs'tü. 1999-2002 yılları arası art arda üç şampiyonluk kazanan Lakers, 2003'te Spurs'e boyun eğmişti. Kobe Bryant ve Shaquille O'Neal gibi iki süper yıldızı kadrosunda bulunduran Lakers, Gary Payton, Karl Malone gibi şampiyonluğa ulaşamamış veteranları kadrosuna katarak bir kez daha şampiyonluğun en önemli adayı olarak sezona girmişti. 

Batı konferansında tıpkı bugün olduğu gibi o zaman da doğuya göre çok daha iyi takımlar vardı. Kimler yoktu ki: Garnett'li Minnesota Timberwolves, Kobe-Shaq'li Los Angeles Lakers, Duncan-Parker-Ginobili'li San Antonio Spurs, Webber-Peja-Bibby-Divac'lı Sacramento Kings, Nowitzki-Nash'li Dallas Mavericks, Pau Gasol liderliğinde ilk kez 50 galibiyete ulaşan Memphis Grizzlies, Yao Ming-Steve Francis'li Houston Rockets, Carmelo'lu Denver Nuggets.. Hatta o sezon %50 galibiyet yüzdesinin üzerinde olan Utah Jazz ve Portland Trail Blazers da playoffların dışında kalmıştı. 

Los Angeles Lakers, normal sezonu ikinci sırada bitirse de ilk turda Houston'ı 4-1, konferans yarı finalinde Spurs'ü 4-2 (Fisher'ın 0,4 kala attığı mucizevi basket bu seride gelmişti), konferans finalinde de Minnesota Timberwolves'u yine 4-2 ile geçerek NBA Finali'ne emin adımlarla ulaşmayı başardı.

Final öncesi tüm dünyada Los Angeles Lakers'ın çok rahat şampiyon olacağı yönünde bir beklenti vardı. Aslında bu beklenti haksız sayılmazdı. NBA tarihinin gelmiş geçmiş en iyi 10 oyuncusundan 2'sine sahip bir ekip, "yıldızı olmayan" bir takımla karşılaşacaktı. Gazetelerde, televizyonlarda Pistons'ın süpürülme ihtimalinin, maç kazanma ihtimalinden daha yüksek olduğu bile iddia ediliyordu. David vs Goliath benzetmesi bu eşleşme için gayet yerindeydi.

Serinin ilk maçı Staples Center'daydı. Kaybedecek bir şey olmayan Pistons, maça iyi başlayan taraftı. Takımın saha içi lideri Chauncey Billups, hem takımını yönetiyor hem de skor liderliğini üstleniyordu. Detroit'in takım oyununa karşılık Lakers cephesinde Shaq ve Kobe dışında cevap yoktu. Oyun tamamen bu iki ismin üzerine kalmıştı. İlk yarı 1 sayılık Lakers üstünlüğüyle geçildi. "Lakers ikinci yarı vidaları sıkıp kazanır" diye düşündü herkes. Öyle olmadı... Geçen her saniye Pistons biraz
daha güvenle oynamaya, Lakers'ın üzerine gitmeye başlamıştı. Ligin en durdurulamaz ikilisi, Detroit savunması karşısında zorlanıyor ve destek bulamıyordu. İkinci yarı Los Angeles Lakers'ı 34 sayıda tutmayı başaran Pistons, Chauncey Billups ve Rasheed Wallace'ın son çeyrekteki iyi oyunuyla ilk maçı 87-75 kazanarak tüm dünyaya mesajını veriyordu. Lakers'ın attığı 75 sayının 59'una imza atan Kobe (25) ve Shaq (34) yeterli olmamıştı.

Ancak mesaj alınmışa benzemiyordu. Dillerde Larry Brown'ın koçluğunu yaptığı Allen Iverson'lı 76ers'ın da ilk maçı kazanıp daha sonra parçalandığı hikaye vardı. Yine herkes "Lakers ilk maçı ciddiye almadı. Bundan sonra maç kaybetmezler" diyordu.

İkinci maça çok daha iyi  odaklandığı belli olan Lakers, istekli haline rağmen Detroit Pistons'ı sarsamıyordu. Üçüncü bir skorer arayan Phil Jackson, kenardan çaylak Luke Walton'ı sahaya sürmeye karar verdi. O ana kadar maç dengede gidiyordu. Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan Walton, ilk fırsatta üçlüğünü gönderdi. Ancak farkı yaratan, Walton'ın pas yeteneğiydi. Savunmanın ilgisinin diğer yıldızlarda olmasından faydalanan Walton, takım arkadaşlarına yarattığı pozisyonlarla takımını ateşledi. Staples Center ilk kez coşkuyla ayağa kalkmışken fark da çift hanelere çıkmıştı. Daha önce de söylediğim gibi: Bu Pistons takımı çok karakterli bir takımdı ve savaşmadan ölmeye niyetleri yoktu. Son çeyrekte 12 sayılık farkı eritmeyi ve bitime 1 dakika kala öne geçmeyi başardılar. Geri dönüşün kahramanları Chauncey Billups ve Rip Hamilton'dı. Son 10 saniyeye girilirken, underdog Pistons'ın 89-86 üstünlüğü vardı. Yapmaları gereken bir iyi savunma kalmıştı. Sonra 2-0 üstünlük ile eve döneceklerdi. Topun gideceği oyuncu belliydi. Kobe Bryant, Richard Hamilton'ın üzerinden attığı üçlükle maçı uzatmaya taşıdı.



Bu basket, bütün momentumu Lakers tarafına geçirmişti. Demoralize olan Pistons, uzatmada sahadan silinecekti. 10-1 Lakers üstünlüğüyle geçecek uzatma periyodunun ardından seri 1-1'e geldi. Lakers cephesinde sevinç vardı, Pistons ise yerle bir olmuştu. İki maçı da sonuna kadar hak etmiş ama ikinciyi ellerinden kaçırmışlardı. Oysa büyük resim çok daha umut vericiydi. Detroit saha avantajını ele geçirmişti ve evinde üst üste 3 maç oynayacaktı. (O zaman final serileri 2-3-2 şeklinde oynanıyordu.) İlk iki maçın kazananı aslında Pistons'tı. Ama nedense Lakers şampiyon olmuş gibi bir hava vardı. "Lakers geri döndü, tıpkı 76ers'a yaptıkları gibi Detroit'i de dağıtacaklar."

Beklentiler yine boşa çıkacaktı. Hayal kırıklığı yaratan ikinci maçtaki dramatik mağlubiyete rağmen, Pistons reaksiyon vermeyi başaracaktı. Üçüncü maça 8-0'lık bir seriyle başlayan Detroit, rüzgarı kısa sürede arkasına almıştı. Ben Wallace'ın, Shaquille O'Neal'a faul yapmadan gösterdiği dirence TayShaun Prince'in Kobe Bryant'a yaptığı boğucu savunma da eklenince (yardımlı takım savunmasını da unutmamak gerek) Los Angeles Lakers'ın dengesi tamamen bozuldu. Kobe Bryant, ilk yarıda 22 dakika boyunca saha içi isabet bulamazken Richard Hamilton boş durmuyordu. İlk yarıyı 39-32 geride kapatan Lakers'ın reaksiyon vermesi gerekiyordu. Hamilton, ilk yarı tek başına Kobe ve Shaq'in toplamından daha çok sayı atmıştı. İkinci yarı ise işler Lakers adına daha  da kötüleşecekti. Detroit savunması, Lakers hücumunu ikinci yarıda tek kelimeyle boğdu. Maç bittiğinde skor 88-68'di. NBA tarihinde Los Angeles Lakers'ı bir final maçında 70 sayının altında tutan ilk takım 03-04 Detroit Pistons olmuştu. Richard Hamilton, 48 dakika sonunda Kobe Bryant (11) ve Shaquille O'Neal'ın (14) toplamından daha çok skor atmıştı (31 sayı). Detroit ayrıca 10 farklı oyuncusundan skor katkısı almıştı.




Bu galibiyetin ardından Detroit'e hak ettiği saygıyı göstermeye başlayanlar oldu. Yalnız hala "Lakers'ın deplasmandaki 3 maçtan 1'ini kazanması yeterli. Staples Center'daki maçlarda işi bitirirler" diyenlerin sayısı da hiç az değildi.

Bir önceki maçta -mecazi tabirle- aşağılanan Lakers, serinin dördüncü maçına tek planla çıkmış gibiydi: "Topu Shaq'e ver ve yolundan çekil." Tarihin en dominant pivotu, elinden gelenin en iyisini henüz göstermemişti. Ben Wallace'ın gayreti ya da Detroit'in yardımlı savunması, bu maçta O'Neal'ı durdurmaya yetmeyecekti. Ne var ki Lakers, pota altındaki koca adama destek bulamıyordu. Kobe Bryant da kötü bir günündeydi ve Shaq'in durdurulamaz oyunu ancak maçın başa baş gitmesine yetiyordu. Chauncey Billups liderliğinde takım halinde oynamaktan vazgeçmeyen Pistons, ilk yarı bitmeden üstünlüğü ele geçirmişti. Ama fark sadece iki sayıydı. Maçın üçüncü çeyreğinde senaryo pek değişmedi. Pistons Shaq'i yavaşlatamazken, Lakers ona bir yardımcı bulamıyordu. Hatta takımın yıldızlarından Kobe Bryant, seçtiği zorlama atışlarla Detroit'in kolay sayılar bulmasına yardımcı oluyordu. Son çeyreğe 56-56 eşitlikle giriliyor, heyecan giderek artıyordu. İki takım da hayati değere sahip bu çeyrekte gaza basacaktı.

Takımlar gaza basıyordu ama Shaquille O'Neal giderek yorulmaya başlamıştı. Bu seride en çok skor üretilen çeyrek, belki de serinin en önemli çeyreği, baraj kapaklarını açan isim de Rasheed Wallace olacaktı. Seri boyunca yaşlı Karl Malone'a üstünlük sağlamayı başaran Rasheed, belki de ilk kez takımı tek başına sırtına alacaktı. Karşısında bulduğu Stanislav Medvedenko'yu paramparça eden 'Sheed, birçoğu son çeyrekte gelen 26 sayı ve 10 ribaundla takımını galibiyete taşıdı. Onu, bu gibi anlar için kadroya katmışlardı, o da gerekeni yaptı. Artık şampiyonluğa sadece 1 galibiyet kalmıştı.

NBA tarihinde 3-1 geriye düştükten sonra şampiyon olabilmiş bir takım yoktu. Ancak bunu yapabilecek bir takım varsa, o da Lakers'tı. Larry Brown, serinin Los Angeles'a taşınmasını istemiyordu. İşlerinin bitmediğini oyuncularına defalarca hatırlattı. Zaten oyuncuları durumun farkındaydı. Takımın tecrübeli isimlerinden Lindsay Hunter, sahaya çıkmadan önce koridorda yapılan toplantıda şunu söyleyecekti: "Bu, bizim için yedinci maç."

Serinin beşinci maçında tempo yüksekti. İlk çeyrekte önceki maçlara göre daha rahat skor üreten Lakers, Pistons hücumunu durdurmakta zorlanıyordu. Takımlar, rakibin her hamlesinde hücumda cevap veriyorlardı.Detroit Pistons, ilk yumruğu ikinci çeyrekte attı. savunmada kaptıkları toplarda ve rakiplerini zorladıkları dengesiz atışlardan sonra buldukları hızlı hücum sayılarıyla bir seri yakalayan ev sahibi, bu çeyrekte tam 30 sayı kaydetti ve soyunma odasına 10 farkla üstün gitti. Öldürücü darbe ise üçüncü çeyrekte gelecekti.

Şampiyonluğa adım adım yaklaşmanın verdiği motivasyonla üçüncü çeyreğe çok iyi giren Pistons, sezon boyu yaptığı inanılmaz savunmayı, dozunu arttırarak uygulamaya başladı. Lakers'ı çaresiz bıraktıkları her hücum biraz daha şahlanan ve rakibinin üzerine acımasızca çullanan Detroit, ruhani lideri Ben Wallace'ın önderliğinde Lakers'ın kafasını kopartmaktaydı. 2/14 gibi düşük bir yüzdeyle üçlük atmalarına rağmen, neredeyse kaçan her üçlükte hücum ribaundu yapan Big Ben, maçı 18 sayı ve 22 ribaundla (10'u hücum) bitirecekti. Bu çeyrekte yalnızca 14 sayı üretebilen Lakers, son çeyreğe girilmeden havlu atmıştı. Fark 23 sayıydı.

Son çeyrek tamamen kutlama anlamı taşıyordu. Kimsenin şans vermediği, süpürülmesine kesin gözle bakılan, "yıldızı olmayan" Detroit Pistons, büyük favori Lakers'ı sadece 5 maçta teslim almış, bir çeyrek boyunca da şampiyonluk kutlamıştı. Maç sonunda ortaya çıkan istatistikler de bu takımın karakterini göstermekteydi. İlk beşin tamamı çift haneli sayılar üretirken, serinin yıldızı Chauncey Billups sadece 5, bir önceki maçın kahramanı Rasheed Wallace da 8 top kullanmıştı. 100-87 sona eren beşinci maç, takım oyununun en görkemli zaferlerinden birini taçlandırmıştı. Finallerin En Değerli Oyuncusu Ödülü'nü alan Chauncey Billups, "Bunu bütün takım hak ediyor. Bu ödülü 13 eş parçaya bölüp, herkese bir parçasını vermek isterdim." diyerek, belki de bu takımın neden başarılı olduğunu gösteriyordu.

03-04 Pistons, çok özel bir takımdı. Karakterleri, iş ahlakları, çalışkanlıkları ve sonunda da başarılarıyla herkese kendilerini kanıtladılar. Daha da önemlisi, hak ettikleri saygıyı kazandılar. NBA'i yeni yeni tanıyan birçok genç insanı NBA ve Detroit Pistons hayranı yaptılar. Ama belki de en önemlisi;

Sert oynadılar
Akıllı oynadılar
Birlikte oynadılar
Ve bundan çok keyif aldılar    

  


29 Haziran 2015 Pazartesi

Kobe, Kendisine "Tecavüzcü" Diyen Çaylak İçin Ne Söyledi

Los Angeles Lakers, 2015 NBA Draftı'nda 2. sıra seçim hakkına sahipti ve kimi seçeceği ya da bu hakkı takas edip etmeyeceği, gündemi bir hayli meşgul etti. Sonuçta 2. sıradan D'Angelo Russell seçildi ancak draft sonunda konuşulan bir diğer seçim hakları 27. sıraydı.

Lakers, 27. sıradan, NBA efsanelerinden Larry Nance'in oğlu, Larry Nance Jr'ı draft etti. Bu seçimin konuşulma sebebi ise oyuncunun 2012 yılında Kobe Bryant ile ilgili attığı bir tweet. Larry Nance Jr, Kobe Bryant için "Tecavüzcü"anlamına gelen "Rapist" sözcüğünü kullanmıştı

Bahsi geçen tweet

Bu seçim üzerine Kobe Bryant'ın nasıl bir tavır içinde olacağı merak konusuydu. ESPN'den Jemele Hill, BET Ödülleri öncesinde yaptığı röportajda Kobe'ye merak edilen soruyu sordu:

Hill: Genç oyuncuların dikkat etmesi gereken bir diğer konu da attıkları tweet'ler

Kobe: Evet, kesinlikle

Hill: Larry Nance ile bu konu hakkında konuşmak isteyebilirsin

Kobe: Çocuk kendisi o işi çözmüş

Hill: Onunla çıktığınız ilk idmanı sen ya da bir başkası Periscope'tan yayınlamalı

Kobe: (Gayet esprili bir tavırla)Ona ne yapacağımı düşünüyorsunuz ki? Çocuk daha 19 yaşında. O daha bir çocuk. Aslında dün bana güzel bir mesaj gönderdi. Komikti, çünkü takım arkadaşınız size attığı mesaja "Selam, Mr. Bryant" şeklinde başlıyorsa, bırakma zamanınız gelmiş demektir. Bunu okuduğumda "Bu ne a*k" dedim. Ama gayet hoş ve özür içeren bir mesajdı. Ona "Dinle, hepimiz zamanında pişman olduğumuz, sonrada geri almak istediğimiz şeyler yaptık, söyledik. Köprünün altından çok sular aktı adamım. Takıma hoş geldin." dedim. Bana "Teşekkürler efendim" şeklinde cevap verdi. "Bu ne a*k" dedim.

Görünüşe bakılırsa Kobe, yaşananları değil daha çok yaşlılığı kafasına takıyor. Yine de işler kötü gittiğinde Bryant'ın, takım arkadaşlarına karşı "hoş olmayan" tavırlarla yaklaşabildiğini biliyoruz. Larry Nance Jr ile ilgili bir problem olduğunda, bu mevzuyu cebinden çıkarıp çıkarmayacağı bilinmez.