2012 Londra Olimpiyatları'nda ülkesi Amerika Birleşik Devletleri'ni temsil eden ve 100 metrede bronz madalya kazanan Ryan Bailey'nin hayli ilgi çekici bir hayat hikayesi var. Muhtemelen 1 - 2 yıl içinde filmi yapılır ama önce benden okuyun.
Ryan Bailey, bronz madalya kazanan bir atlet olmadan önce, annesiyle birlikte bir arabada yaşıyordu. İçinden çıkmaya kıyamadıkları kadar güzel bir araba olduğu için değil tabi ki. Paraları olmadığı için... Babası ortalarda olmayan Ryan'ın, annesi de fibromiyalji ve dejeneratif arterit hastası olduğu için çalışmakta güçlük çekiyordu.
Okul hayatı da pek parlak değildi Ryan'ın. Attention deficit disorder hastasıydı. (İngilizcesini yazınca karizmatik bir şey gibi görünüyor ama öyle değil. Türkçesi konsantrasyon bozukluğu ya da dikkat dağınıklığı. Türkçesi de çok önemsiz gösteriyor bu hastalığı ancak birçok insanın hayatını alt üst eden, illet bir hastalıktır. Okul hayatı, iş hayatı, ilişkileri bitenler, depresyona girip intihar edenler dahi vardır.) Bu yüzden başarılı bir öğrenci değildi ve genelde sınıfın palyaçosu olarak okul hayatı devam ediyordu.
Ekonomik problemler yaşayan, toplumda kendine bir yer edinememiş birçok çocuk gibi Ryan da çözümü bir çeteye girmekte bulmuş. Amerikan çetelerinin hırsızlık ve uyuşturucu satıcılığıyla gelir elde ettiklerini ve sürekli birbirlerini öldürdüklerini düşününce, ya erken bir ölüm ya da hapishanede geçen uzun yıllar ile bu sürecin sonlanacağını söyleyebilirdik. Ama Ryan, birçoklarının düşünmeyi dahi cesaret edemeyeceği yolu seçti.
Lise üçüncü sınıfa geldiğinde, hayatını değiştirebilecek bir fırsat olduğunu fark etti. Spora yönelerek hem hayatını düzene sokabilir, hem de bir üniversiteden burs alabilirdi. Bunları gerçekleştirmek için de çete hayatına dur demek zorundaydı.
Amerikan çetelerine girmek ve çıkmak pek kolay değildir. Çete üyesi olarak kabul edilmek için, belli sayıda çete üyesi, adayı döver ve hem kendini tamamen çeteye adayıp adamayacağını hem de yeterli sertliğe sahip olup olmadığını ölçer. Çeteden ayrılmaksa çok daha zordur. Ayrılmak isteyen üye, bazen bir köşede sıkıştırılır ve öldürülür. Ancak gelenekleri olan bazı çeteler, ayrılmak isteyenlere bir şans(!) verir. Eğer öldüresiye dayak yedikten sonra hayatta kalabilirseniz, serbestsinizdir. Bu dayak, çeteye girerken yenilen dayağın çok çok daha fazlası olur. (History Channel'ın çetelerle ilgili belgesellerinden biliyorum. Aklınıza bir şey gelmesin. Blood ya da Crip değilim)
Çeteden ayrılmayı kafasına koymasının iki sebebi vardı Ryan'ın. Birincisi, annesinin bir yerden bulduğu, arkasında olimpiyat halkaları olan bir madeni para... Muhtemelen olimpiyatlar için özel yapılmış ve biri cebinden düşürmüştü. Ryan'ın annesi, onu bulduğundan beri ''Bir gün sen de orada olacaksın.'' deyip dururmuş Ryan'a. Annesinin hayalini gerçekleştirmek için çeteden ayrılmak istiyordu. İkinci sebep ise rakip çete üyeleriyle yaşadığı bir tartışmanın ardından, dönüp gitmek için arkasını döndüğünde sırtından ve omzundan üç kez bıçaklanması. Günlerce hastanede yatan Ryan, şans eseri bıçağın önemli bir organa zarar vermemesiyle hayatta kalmış. O olay bardağı taşıran son damlaydı.
Bir gün, Ryan evine iki büklüm ve yüzü kandan görülmeyecek şekilde gelmiş. Ryan Bailey, o geceyi şöyle anlatıyor : '' Çok kötü dövülmüştüm. İki gözüm de patlamış gibiydi. Yüzüm şişmişti ve inanılmaz derecede kan vardı. Vücudumun her yerinde acı vardı. Eve geldiğimde, annem beni gördü ve sarıldık. İkimizde ağlamaya başladık. Bunlar mutluluk göz yaşlarıydı, çünkü ikimizde artık serbest olduğumu ve hayatımda yeni bir sayfa açabileceğimi biliyorduk.''
Yeni sayfayı, okulu ihmal etmeyerek açtı. Sınıfta yine sıkılıyordu ama kafasında hep spor vardı. Fiziği itibariyle Amerikan futbolu oynamaya çok müsaitti ve bu branşta kendini geliştirerek bir burs kapmak istiyordu. Atletizm, kafasının hiçbir yerinde yoktu. Ta ki bir gün, okulun atletizm takımındaki öğrencilerin rekorlarına dikkat kesilene kadar. Bailey'nin ağzından : '' Okulun rekor tahtasına bakıyordum. Bu süreleri kolayca geçebileceğimi düşünüyordum. Sonra John Parks (Eski bir atletizm antrenörü ve o zaman Bailey'nin okulunda öğretmen) oradan geçerken durdu ve eğer istersen bir gün uğra ve takıma katıl dedi. Ona, evet, herneyse. Bir gün gelirim dedim. Sadece beni yalnız bırakması için söylemiştim.''
Ancak Parks, işin peşini bırakmadı. Ryan'ı antrenmana gelmeye ve bir deneme koşusu yapmaya ikna etti. Çok geçmeden Ryan bir antrenmana katılır ve Parks'ı çok etkiler. Ryan'ın ilk koşusuyla ilgili ne hatırladığı sorulan John Parks, şöyle anlatıyor : ''Muhteşemdi. Sanki buzda kayıyormuş gibi koşuyordu. İlk kez denemeye gelen bir çocuk için, süresi de hayli iyiydi.''
Tam da bu sıralarda, Usain Bolt adlı Jamaikalı bir atlet, adını duyurmaya başlamıştı. Başarıları ilgi çekiciydi, çünkü bu boyda birinin sprint yarışlarında başarılı olması beklenmedik bir durumdu. Ryan Bailey de standartların üzerinde bir boydaydı ama Bolt'un yaptıklarını göz önünde bulunduran John Parks, Ryan'ı sprint yarışlarına yöneltti. Sonrasıysa tam bir peri masalı...
2007 yılında 100 ve 200 metrede Oregon State Şampiyonluğu kazanan Bailey, Nike Outdoor Championship'te ikinci, Amerika Gençler Şampiyonası'nda üçüncü oldu. Liseden mezun olduktan sonra, Chemeketa Devlet Üniversitesi'ne kaydoldu ve aynı yıl, atletizmde önemli bir geçmişe sahip olan Rand Lake College'dan burs alarak, Illinois yolunu tuttu. Ve son olarak, 2012 Londra Olimpiyatları'nda kazanılan bronz madalya...
''Burada olmam inanılmaz gibi gözüküyor. Arkama yaslanıp düşünüyorum da birkaç arkadaşım gibi hapiste ya da ölü olabilirdim. Onlarla birlikte olabilirdim ama değilim.'' Böyle diyor Ryan Bailey. Olimpiyatların en kısa yarışını koşmak için, çok uzun ve zorlu bir yoldan geçen adamın hikayesi böyle. Zor geçen birinci bölümün ardından, hayatına yepyeni bir sayfa açma cesareti ve başarısı gösteren 23 yaşındaki bu genç adamın, en iyi zamanı olan 9.88'i geliştiremeyeceğini ve bir gün Olimpiyat Şampiyonu olamayacağını kim söyleyebilir ki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder