13 Mayıs 2015 Çarşamba

Bir Değişik Maç Yazısı

Fenerbahçe Ülker'in Final Four'da arz-ı endam etmesine çok az zaman kalmışken, birçok önemli maçtan önce yaptığım gibi yine bir ön bakış yazısı yazmak için kalemi elime aldım. Zeljko Obradovic ile Pablo Laso arasındaki kalite farkından, iki takım arasındaki kadro kalitesi farkına; avantajlı/dezavantajlı eşleşmelerden, kenardan gelip X Faktör olabilecek oyunculara; Maciulis'in sırtı dönük oyunundan, Nemanja'nın yüzü dönük oynadığı bire birlere; "Şu oyuncu sahadayken şöyle bir beş kullanmamız lazım"dan, "Onların şu zaafına hücum etmemiz lazım"a kadar kafamda zilyon tane teknik-taktik detay vardı. Yazarken, -daha kolay anlaşılması adına- geçmişte yaşanan şeylerden örnekler vermeye çalıştım. Tam o sırada, daha eskilere gidip, hafızamda küçük bir tur attım.. Ve yazıdan vazgeçtim. Niye vazgeçtim?

İlk kez son 8'e kaldığımız günleri hatırladım. 2007-2008 sezonu.. O heyecanın tanımını yapacak kelimeleri yan yana getirebilir miyim bilmiyorum. Az çok herkes, Montepaschi Siena'nın bizi eleyeceğini tahmin ediyordu, hatta bir adım ileri gideyim, herkes Final Four'a Siena'nın gideceğini biliyordu. Ama yine de öyle bir heyecanlanmıştım ki maçlarda, kalbim, göğüs kafesimi kırmaya çalışır gibi atıyordu. Yetmedi gücümüz de tecrübemiz de.. İki maçta elendik. Ama o heyecan, yapılan yatırımı da arttırdı. Devam eden sezonlarda hep ciddi paralar harcayarak ses getirecek transferler yaptık. Sezona hep "çok iddialı" girdik. Ancak sezonu iddialı bitiremedik.

2008-2009 sezonunda Top 16'ya kaldığımızda, beklentilerimiz en azından bir kez daha Son 8'e girebilmekti. Ah o Top 16'ya kalmaz olaydık, ne acılı bir süreçti o. CSKA Moskova, Montepaschi Siena ve Cibona Zagreb'le aynı gruptaydık. Alınacak 3 galibiyet, gruptan çıkmamız için yeterli olabilir diye umuyorduk maçlar başlamadan evvel. İlk maç, içeride CSKA'ya sadece 48 sayı atabildik, 18 fark yedik. O maç, sanki kalan maçların fragmanı gibi bir şeydi. Grubu yalnızca 1 galibiyet ile (Cibona deplasmanı) bitirdik ve sonuncu olduk. Yetmedi gücümüz de tecrübemiz de.. Çok kötü elendik.

08-09 sezonunda yaşananları "dibe vurmak" olarak görenler, bir sonraki sezon yanıldıklarını görecekti. 2009-2010 Euroleague sezonu, Fenerbahçeliler için kabus gibiydi. Normal sezonu 3-7 bitirip, felaket averajımızla grubu sonuncu bitirmiştik. Hele bir maç var ki Siena deplasmanında.. Ya son maçtı ya sondan bir önceki, tam hatırlamıyorum. Ama skorunu -çok denememe rağmen- hiç aklımdan çıkaramadım: "101-58" Yüz bir - Elli sekiz.. Bir takım ne kadar üçlük yiyebilirse, o kadar yemiştik. Paramparça olmuştuk, bundan daha çok üzülemeyiz diye düşünüyorduk.

09-10 sezonunda yaşananları "En Büyük Yıkım" olarak görenler, bir sonraki sezon yanıldıklarını görecekti. 2010-2011 sezonu, kalbimizdeki en büyük yaralardan biri olarak hafızalarımıza kazınacaktı. Bogdan Tanjevic'in yerine Neven Spahija takımın başına gelmişti. Ukic, Greer, Kinsey, Ömer Onan, Mirsad Türkcan, Lavrinovic'lerden Darjus, Marko Tomas, Sean May'li kadro.. Hatta sezon ortasında Sarunas Jasikevicius da katılmıştı bu isimlere. Normal sezonda oynadığımız 10 maçın 7'sini kazanmıştık ki bunların içinde Barcelona deplasmanı ve -yıllarca bizi tokat manyağı yapan- Siena'ya karşı içeride aldığımız galibiyetler de vardı. Bu sefer değişik bir öz güvenle girdik Top 16'ya. Top 16.. Rüya gibi başlayan Top 16.. Olympiakos, Zalgiris , Valencia ile aynı gruptaydık ve ilk 3 maçın hepsini kazanmıştık. Bunlardan biri de Olympiakos deplasmanıydı. O ne coşku.. Liderlik hesapları yapıyoruz, çaprazdan gelecek takım kim olur diye düşünüyoruz, "Mirsad sakatlandı, ileride nasıl etkiler" diye tartışıyoruz, ilk defa ciddi şekilde "Final Four hayal değil" diye konuşuyoruz.. Fikstürün ikinci yarısında alınacak 1 galibiyet, son 8 takım arasına ismimizi yazdırmamız için yeterli olacaktı. 1 galibiyet.. Allah'ın belası 1 galibiyet.. Fikstürün ikinci yarısı, Zalgiris deplasmanıyla başladı. Baştan sona kafa kafaya giden, uzatmada kaybettiğimiz Zalgiris maçını hatırlarsınız. Yunan hakem Christos Christodoulou'yu kara listemize aldığımız maçtır o. Maç boyu daha iyi oynayan bizdik ama rakip 39 serbest atış kullanmıştı, otuz dokuz!! İzin vermediler işi orada bitirmemize. İkinci maç, içeride Olympiakos.. Herkesin kafasında aynı cümle: "Deplasmanda yendik, yine yeneriz!" Yenemedik. Adamlar geldi, net bir galibiyet alıp gitti. Pivotları Nesterovic ve Mavrokefalidis, bizim uzunlarla top gibi oynadı o gün. Biri çıkıp diğeri giriyordu, ama sonuç hiç değişmiyordu. O mağlubiyet, baskıyı tamamen üzerimize yıktı. Son maçta Valencia deplasmanına gidiyorduk ve 1 sayı farkla mağlup olsak bile Son 8'e kalıyorduk. Kalamadık. O sezon en kötü üçlük attığımız maç, belki de sezonun en önemli maçına denk gelmişti. 82-68 kaybedip averajı da verdik. Yetmedi nefesimiz de inancımız da.. Averajla elendik. O ne hayal kırıklığıydı.. İki gün evden çıkamadım ben, yaşam enerjim sıfırlanmıştı.

Bu yıkımı atlatmak hiç kolay olmadı. Neven Spahija ile geçen bir sonraki sezon da Top 16'da grup sonunculuğu ile bitti. 2012-2013 sezonunda, takımın başına Simone Pianigiani geldi. Pianigiani, Montepaschi Siena ile çok başarılı yıllar geçirmiş, Final Four görmüş ve bizi çok kez ağır mağlubiyetlere uğratmış bir koçtu. Bo McCalebb, Bojan Bogdaovic, Emir Preldzic, David Andersen, Mike Batiste gibi oyunculardan oluşan bir takım, Pianigiani'yle birlikte büyük heyecan yaratmıştı. Bu sezona gelene kadar yaşanan üst üste yıkımlara rağmen o heyecan vardı. Fenerbahçelilerin birkaç tane ortak noktası vardır. Bunlardan en belirgin olanı ise umut etmektir. Biz Fenerbahçeliler, başımıza ne gelirse gelsin, umarsızca umut ederiz. O sene de başarılı bir yıl geçireceğimizi umut ettik. Top 16'ya son hafta zar zor kendimizi attık. Hala umut vardı ama içimizde. Değişen Top 16 formatı mı yoksa hayalperestlik mi sebebi bilinmez, daha iyi olacağımızı düşündük. Olmadı. Oynadığımız 14 maçın 12'sini kaybettik. Beşiktaş'ın dahi arkasında kalarak grubu sonuncu tamamladık. Top 16'nın açık ara en çok sayı yiyen takımıydık. O sezonun özeti, içeride oynadığımız Barcelona maçıydı. Maça iyi başlayıp, 3-4 dakika iyi oynarken çok kolay atışları kaçırmış, sonra bir anda mental çöküş yaşayıp paramparça olmuştuk. Hafızamdan silmek isteyip de silemediğim maçlardan biri de o maçtır. İkinci çeyrek skoru bile aklımdan çıkmıyor: "27-6" Maç skoru da bir o kadar vahim: "99-60" Kendi sahamızda bizi 40'a yatırdılar, çok uzun zaman önce de değil, yakın geçmiş bu.

İşte tam bunları düşünürken, bir anda kendime geldim. Real Madrid - Fenerbahçe Ülker "Euroleague Yarı Final Maçı" için, maç önü yazısı yazmakta olduğumu fark ettim. X'ler, O'lar, teknik detaylar.. Kafayı mı yedim diye düşündüm biraz. Taraftarı olduğum takımın başında Zeljko Obradovic var. Taraftarı olduğum takımın formasını, mücadeleleriyle "İşte benim takımım!" dedirten oyuncular giyiyor. Son şampiyonu -maç vermeden- eleyip, Final Four yapmış bu takım. İşte bu yüzden vazgeçtim o yazıdan. Bu maç, teknik-taktik düşünülecek maç değil. Bu maç, inanca göre, evrene pozitif mesajlar gönderme, sinerji yaratma, dua etme, totem düşünme maçıdır. Bu maç, daha önce hiç tatmadığımız bir heyecanın keyfini çıkartma maçıdır. Zeljko Obradovic, bugüne kadar göstermediği yeni setleri cebinden çıkartarak, takımı en iyi şekilde hazırlayacak, oyuncular sahada olduğu her saniye ellerinden gelenin en iyisini yapacaktır zaten. Bu maç, basketbol yazarı değil, taraftar olma maçıdır.

O yüzden taraftar Volkan Yeğin oldum bu yazıyı yazarken.
Kaybedeceğini bile bile playofftaki Siena mağlubiyetlerini büyük umutlarla izleyen,
İlk yarısı 50-19 biten Barcelona maçında salondan çıkmak isteyip, ayaklarında o gücü bulamadığı için 40 dakika boyunca o acılı maçı yerinden izleyen,
Unics Kazan maçında uzatmada averajı alıp, son maç Milano'ya yenilip elendiğimizde kahrolan,
101-58 kaybettiğimiz Siena deplasmanında, rakibin attığı her üçlükte "Bu sefer girmesin" diye içinden söylenen,
Final Four hayalleri kurarken, Valencia mağlubiyetiyle Top 16'da elendikten sonra evi yanmış gibi olduğu yere çöküp kalan, ağlayamayacak kadar yıkılan Volkan Yeğin...

Şimdi hayalini kurduğumuz yerdeyiz. Sezon içinde maçlardan önce hep "Gazamız mübarek, yolun sonu Madrid olsun" diyordum. Bu sefer de "Gazamız mübarek, yolun sonu Madrid'in fethi olsun" diyeyim. Güle güle gidin, tarih yazın gelin!


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder